Ramazan “diriliş ayı/aydınlığı”… Zaman akıp gidiyor; ömürler gün gün eriyor… Ahiret bilincinden yoksun olanlar için, korkunç bir tükeniş ve dehşet verici bir son bu… Allah’a ve Ahiret gününe iman edenler içinse, dünya bir imtihan yurdu, bir sürgün diyarı. Asıl varılacak yer; sılamız: Ahiret.
“Asıl hayat Ahiret hayatıdır” (Ankebût, 64).
Ve ölüm asla bir “son” değil; yeni bir başlangıç… Ebedi hayata yeniden doğuş; diriliş…
İşte Ramazan ayı, bu ebedi dirilişin habercisi. Sezai Karakoç’un ifadesi ile, “Zaman, insanı hep ölüme doğru götürürken, Ramazan gelir, diriliş ayı başlar. Oruç ayı insanı ölüme değil, diriliş aydınlığına götürür… Oruç, insanı, yeniden var olma, yeniden yapılanma, yoğrulma yolunda bir ay süren bir çileye tâbi tutar…” “Kur’ân, namaz ve oruçta dirilen bir İslâm insanı olmak: İşte çağımız Müslümanının tek varoluş şartı…” (S. Karakoç, Samanyolunda Ziyafet)
Şu haz ve hız çağında, tutkularının esiri haline gelen insanlık için bir özgürlük muştusu oruç…
Ne ki, ihtirasla dünyaya bağlanıp ahireti unutan insan seküler hayatın yoğun etkisi altında kalıyor. Merhum Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi; “haram-helal denkleminin yerine, en kârlı olanın meşru sayıldığı, kaynağı ve usulü sorgulanmaksızın elde edilen her türlü kazancın mubah görüldüğü, erdemin, tevazuun sözde kaldığı, değerleri ‘piyasa’nın belirlediği hayat, seküler hayattır. Seküler hayat, eş zamanlı olarak seküler bir ahlak, seküler bir siyaset, seküler bir din tasavvurunu da beraberinde getirmektedir. Öyle ki, ubudiyetin en kapsamlı şekilde yaşanması gereken Ramazanlar bile bu sekülerleşmeden nasibini almakta, kişi başına düşen tüketim miktarı had safhaya ulaşmaktadır. Sekülerleşme başkaca isimler ve biçimler altında her dönem var olmuştur, olacaktır. Ancak mesele, seküler hayat tarzının günümüzde hiçbir alternatif bırakmayacak derecede yaygınlaşması, Müslüman hayatının en mahrem alanlarına kadar sızması, buna mukabil asgari eleştiri ve tashih anlayışının yerini, her şeyin normal karşılandığı izafi, kaygan, belirsiz bir ortama bırakmasıdır.”
Devamla: “Daha lüks hayatlar, pahalı eşyalar, yüksek makamlar, ‘kalbi selim’, ‘aklı selim’ ve ‘zevki selim’in garantisi olmadığı gibi, bizatihi dünyevi gücün kendisinin bu ‘selimler’ olduğu yanılgısını beraberinde getirir” diyen Aliya, bu değişimi şöyle tahlil ediyor: “Bir zamanlar topluluk olarak veya şahsen gördüğümüz yüce ‘hayaller’, ‘rüyalar’ bugün yerini ‘projelere’ bırakmıştır. Oysa Müslüman topluluğun kıymeti, projelerinin büyüklüğü, sayılarının çokluğu, maddi gücünün bolluğu, siyasi bağlantılarının stratejik oluşu gibi niceliksel değerlerden çok, adalet, istikamet, sahih itikad gibi niteliksel değerlere sahip olmasıyla alakalıdır. Müslüman topluluğun caydırıcı gücü, yeryüzünün herhangi bir yerinde işlenecek herhangi bir kötülüğün, bu topluluğun hesaba katılarak işleniyor olmasında yatar. ‘Bu kötülük işlendiğinde ‘kendilerinin ne diyeceği ve nasıl bir tavır takınacağından çekinilen’ topluluklardır hayır sahipleri. Bu durum ölçü olarak kabul edilirse, en küçük semtimizden ülke geneline kadar yaşadığımız topraklarda bir kötülük, bir yolsuzluk, bir şer fiil işleneceği esnada ‘bir şekilde hesaba katılan, kendilerinden çekinilen’ bir zümre, dane ile samanın karıştığı, haklıyla haksızın eşitlendiği zamanlarda her şeye rağmen savrulmayan, direnen, işaret taşı görevini sürdüren bir topluluk, artık kalmamıştır.”
Bu değişimin etkisiyle Ramazan ve ona ait değerlerin sıradanlaşmasına da dikkat çeken Aliya: “Her şeye rağmen” diyor; “Ramazan bütün rahmetiyle, bereketiyle ve coşkusuyla gelmiştir. Samimiyetle tutulan ve kabul edilen tek bir oruç, açılan bir iftar, yapılan bir dua, sadece Müslümanları değil, belki bütün insanlığı Rahim-i Zülcelâl nezdinde temsil edebilir, onlara şefaatçi olabilir.” (A. İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım)
Ve biz “Kur’ân ayı”nda hayatımızı vahyi gerçeklik ışığında yeniden düzene koyarız; tuttuğumuz oruçla da baştan ayağa takvayı kuşanırız… Mustafa Kutlu’nun ifadesi ile “Açlık bizi doyurur… Sabır bizi coşturur… İçimizde kurulan kürsü bizi hesaba çeker. Ağlar ve tövbe ederiz…” Dahası, “sâimûn: oruç tutanlar” olmakla iç âlemimize, “ötelere” doğru kutlu bir seyahate çıkarak “sâihûn: seyahat edenler” de oluruz. Bu manevi yolculukta şaşmaz kılavuzumuz ise Kur’ân-ı Kerim’dir. (A. Yıldız, Oruç Ötelere Seyahat)